Babür Şah tarafından Hindistan’da kurulan Türk İmparatorluğunun üçüncü hükümdarıdır. Babür’ün torunudur. Hümayun ile Hamide Banu’nun oğludur. Hümayun’ un Şir Han ile mücadelesi esnasında uğradığı ağır bir mağlubiyet üzerine ailesi ile birlikte iltica ettiği Ömerkot’ta 1542’de dünyaya gelmiştir.
Daha küçük yaşından itibaren babasının yanında önemli hizmetler gören Ekber’in ilk başarısı Serhend’e saldıran İskender Şahı mağlup etmesidir. O sırada daha 13 yaşındaydı. Babası Hümayun, Ekber’e kumandan olarak tebriklerini bildiren name göndermiş, ardından Pencap Valiliğine tayin etmiştir. Hümayun’un bir kaza neticesi ölmesi üzerine 14 yaşında iken Ekber 1556’da Hint-Türk İmparatoru olmuştur.
Ekber dahi derecesinde zeki ve mağrurdu. Kısa sürede büyük askerî başarılar kazanmış ve siyasi gayretlerinin sayesinde büyük bir imparatorluk kurmuştur. Delhi ve Agra etrafındaki memleketlerde hâkimiyeti tesis etmiş, sonra Racput’ların kalesi Çitor’u zapt ve Ecmir’i fethetmiştir. Ganj vadisi de imparatorluk sınırları içine katmış; Orissa, Kabil, Keşmir, Sind, Kandehar ve Berar’ı da almıştır. Ülke topraklarını genişleterek tüm Hindistan’ı tek bir merkezi idare altında toplamayı başaran ilk hükümdardır.
Merhametsiz ve acımasızdı. Savaşlarda esirleri kılıçtan geçirmiş, kesik başları tuğlalar gibi kullanarak Cengiz Han’vari bir zafer sütunu dikmiştir.
Ekber’in siyasî ve askerî faaliyetleri yanında özelliklerinden biri de teşkilatçı oluşudur. Devlet memurlarının mertebe ve dereceleri tespit edilmiş, ordu mensuplarına maaş bağlanmıştır.
O, iyi bir savaşçı olduğu kadar iyi bir ıslahatçıydı. Vergi konulması ve tahsili, idari teşkilat ve ordu sistemi gibi konularda çok önemli yenilikler getirmiştir.
Savaş sporu ve deve koşturmaktan okuma yazmayı öğrenememiş, tahta kara cahil olarak çıkmıştı. Ancak hafızası ve enerjisi bir harikaydı. Tabii temel eğitimden yoksun oluşu onun için büyük eksiklikti.
Yeni din kuruyor
Hindistan’da çok çeşitli dinler bir arada hayatiyetini sürdürüyordu. Aralarında çekişmeler eksik olmuyor, bazen küçük çapta iç savaşlar bile vuku buluyordu. Ekber Şah, zamanının sözde din bilgini Şeyh Mübarek’in riyakârane telkin ve teşvikleri altında derecesinin hükümdarlıktan yüksek olduğuna inanarak 1582 yılında Din-i İlahi adını verdiği yeni dinini kurmuştur. Muhtemelen Hindularla Müslümanlar arasındaki çatışmalara son vermek niyetiyle İslâmiyet, Hıristiyanlık, Zerdüştlük, Hinduizm, Budizm gibi çeşitli din ve inanç sistemlerinin meziyet olarak kabul ettiği bazı prensiplerini birleştirmiştir.
Bu yapmacık dine göre Ekber, Allah’ın yeryüzünde biricik mümessili ve vekili idi. Bu dine girmenin merasimi şöyle yapılıyordu: Kişi sarığını çıkarıp eline alıyor ve Padişahın ayağına kapanıyordu.
Din-i İlahi müntesipleri birbirlerini “Allahü Ekber” şeklinde selamlıyorlardı. Gayeleri Ekber’in tanrı olduğunu kast etmekti.
Bu dinde abdest almak yoktu. Mecusilerden ateşe tapmayı, Hıristiyanlardan çan çalma ve istavroz çıkarmayı, Hindulardan dinî gün ve bayramları, merasim ve törenlerle ruh göçünü, tenasüh inancını almıştır.
Ekber Şah’ın sapıtmasında Şeyh Mübarek’in oğlu olan fetvacısı Ebu’l Fadl’ın rolü büyüktü. Ebu’l Fadl, sultanın akıl ve mantıkdışı veya çocuksu denilebilecek hareketlerine Allah’a yakınlık ve ibadet vasfı vermiş, kaside ve methiyelerle onu dünyaya ilâhî bir vazifenin ifasına gelmiş bir hükümdar olarak övmüştür.
Ebu’l Fadl gibi âlimler, en azılı kâfir ve zalimlerin vermediği zararı İslâm’a vermişlerdir. İşte Ekber devri âlimlerinin çoğu da, bu yıkıcı âlimler cümlesindendir. Bunlar faizi, içkiyi ve kumarı helâl saymış; Melik’in toplantılarında ve sene başı bayramlarında şarap içmek bir görev haline getirilmiştir. Erkekler için altın ve ipek kullanımı, aslan ve kurt etinin yenmesi helâl addedilmiştir. Beş vakit namaz kılmak, oruç tutmak reddedildi. İnsan aklı dinin yegâne temeli kabul edildi.
Ebu’l Fadl, Ekber Şah’ı aşırı övüyor, onu adeta şu ve benzeri sözlerle tanrılaştırıyordu:
“Gökkubbe onun dileği ile döner.”
“Yağmur yağdırır, durdurur.”
“Mesihvari nefesiyle hastaları iyileştirir.”
“Hastalık taşıyan havayı sıhhatli hale getirir.”
Sonunda Ekber Şah, kendini “dinî ve dünyevî meselelerde tartışılmaz otorite” olarak kabul eden bir belge düzenlemiş ve ileri gelen âlimler de bunu imzalamışlardır.
Ekber ara sıra şarap içer, hatta şarabına afyon karıştırırdı. Oğlu Murad, içki ve keyif verici zehirlere dadanmış bir haldeydi. Ekber’in çocuklarından üçü ayyaştı.
Hakikî din âlimleri ve Müslümanlar ise gidişattan oldukça rahatsızdılar. Zaman zaman isyana kalkışanlar oluyor, ancak askerî gücünü iyi kullanan Ekber kanlı bir şekilde bastırıyordu.
Ekber, Din-i İlahi’yi ilan ettikten on üç sene sonra, bu dinin şahsı etrafında toplandığını, yürümediğini ve yayılmadığını görmüş; fakat bunun kabahatini Müslümanlara yükleyerek onlara karşı sert, haşin ve çılgınca bir tarzda hareket etmişti. Diğer dinlere gösterdiği hoşgörüyü ve mensuplarına yaptığı iyi muameleyi Müslümanlara yapmıyor, sadece şüphe ve nefret besliyordu.
Ekber’in temel felsefesi, İslamı çağdışı sayması ve Hint birliğine aykırı görmesiydi. Tamamen İslamı reddetmiyor, ancak kendine göre değişiklikler yapıyor ve bunlara Kur’an’dan kanıtlar(!) buluyordu.
Fakat devran böyle gitmedi. Oğlu Cihangir, babasının otoritesini zayıflatmak için 1602 yılında Ebu’l Fadl’ı öldürttü. Zaten Ebu’l Fadl’ın öldürülüşüyle yıkılan Ekber Şah 1605’te şiddetli bir dizanteriye yakalandı, ardından da dili tutuldu. Yine de ölürken ömür boyu mücadele ettiği İslâm’a sığındı ve “Allah” lafzını mırıldandı (1605).
Ekber, ölmeden anıtmezarının yerini büyük bir özenle hazırlamıştı. Delhi yolu üzerinde Agra’ya 12 kilometre uzaklıkta bir bahçeyi seçmiş, adını da İskenderiye koymuştu. Burada büyük bir bahçede geniş bir kubbeli, yaldızlı ve sırlı bir çatılı muhteşem bir bina inşa edildi. Bahçenin ana girişinde bir haç, Meryem Ana ve Aziz Ignatius bulunuyordu(*).
İşte bu fitne ve fücur arasında, Cenabı Hak son ve tek dinini, düşürüldüğü bu aşağılık durumdan kurtaracak, İslamiyet’i bidat ve hurafelerden arındıracak bir müceddit gönderdi. Bu İmam-ı Rabbani (r.a.) idi.
Böylesine karışık ve sultanların tanrılık iddiasına kalkıştığı bir dönemde yetişen İmam-ı Rabbani, çok büyük bir mücadele verdi. Silahsız ve kimsesiz bu gönül mücahidi, tek başına güzellikler dini İslâm’ı savundu. Ekber Şah; hapis, işkence, her türlü sindirme politikalarını izlediyse de başarılı olamadı. Hükümdarın uydurduğu din, bütün sapıklıklarıyla beraber tükendi. İmam-ı Rabbani ezilen, yara alan İslâm’ı yeniden dirlik ve güzelliğiyle hayata geçirdi.
Ekber Şah’ın diğer oğulları alkolizmden 30’lu yaşlarına gelmeden ölünce hayatta tek oğlu kaldı.
Ekber Şah ölünce yerine geçen oğlu Cihangir (1605’den 1928 yılına kadar hüküm sürmüştür), İmam-ı Rabbani’ den etkilendi. Artık Din-i İlahi sona eriyor, İslâm yeniden hayat buluyordu.
Kazandığı askerî başarılara ve emri altındaki silahlı kuvvetlere güvenerek İslâmiyet ve İslâm âlimlerine karşı mücadeleye başlayan Ekber Şah, sonunda Din-i İlahi adını verdiği bir din kurmuş ve herkesi bu dine girmeye zorlamıştır. Fakat İmam-ı Rabbani ve şakirtleri bu fitneyi önlemişler, Ekber ise yıkılıp gitmiştir.
Bugün İslâm’ı yıkmaya çalışan Ekber Şah ve kurduğu din, alaycı tebessümlerle zor hatırlanıyor. İslâmiyet ise yine dipdiri ve canlı olarak hayatiyetini sürdürüyor, kıyamete kadar da sürdürecek...
(*) Sonradan burası yerel köylüler tarafından tahrip edilmiş, değerli taşlar ve tüm altın işlemelerinin tamamı yağmalanmıştır. Kemiklerinin çıkarılıp ateşte yakıldığı söylenir.
KAYNAKLAR
(1) Ekber Bir Türk Dâhisi. Ömer Rıza Doğrul, Yüksel Y. 1944.
(2) İmam-ı Rabbani. Ekrem Sağıroğlu. Seha Neşriyat, 1988.
(3) Hindistan Tarihi. Hikmet Bayur, T. T. Kurumu Yayını, 1987.
(4) İslâm Ansiklopedisi Ekber Şah maddesi. T. Diyanet Vakfı Yayını, Cilt 10, 1994.
(5) Celaleddin Ekberşah, Büyük İslâm Tarihi içinde, Çağ Y. Cilt 9, 1992.
(6) Ekber. Ralf Berhorst. Geo Dergisi, Eylül 2010.
(7) Ekber Şah. Andre Wink. Vakıfbank Kültür Yayınları, 2020.
(8) Ekber Şah. Rahim Er. Türkiye Gazetesi, 09.09.2016.
Prof. Dr. Sefa SAYGILI
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi
Psikoloji Bölüm Başkanı